24 Ağustos 2012 Cuma

çişli erkekler

Nasıl "I will always love uuuuuuuuuu" diye uluyan kadınlar beni irite etmişse, eline gitarını alıp -bi de- "Wohuww, amaaaan" diye, çok da güzel söylediğini zannedip şarkıları katleden adamlar hep sinirimi bozmuştur.
Bir erkek çocuk sesi edası, bir yalvarış, hem de manhood gösterme gereksiz çabası...
Eskiden kiliselerde vardı, quire. Onlarda henüz ergenliğe ermemiş erkek çocuklar bülbül gibi şakırdı.
O bile değil. Keşke öyle olsa. Adam davulcu dahi olsa, en sıkı rock parçasını o tonda söylüyor.
Niye?
Hadi polemik yaratalım: Teoman'a mı borçluyuz bunu?
"Oh papatya..."

22 Ağustos 2012 Çarşamba

suicidal

İşte herşey böyle olur; kahrolası bir havanın kararttığı kahrolası bir güne gözlerini açtığında, gök gürlerken yağmur eşliğinde, panjur takırdarken, kafanda hala birinin ölü yüzü vardır, rüyadan kalma; kabustan.
Banyoya girersin, sıcak veya soğuk suyun seni kendine getireceğini -ne demekse- bekleyerek.
O gürültüyü duyarsın. Şimşeklere yorarsın. Sonra muzip muzip, "Hadi canım," dersin, aklının köşesinden bir silah sesi duymuş olabileceğini geçirirken.
Herşey böyle kararır. Şarkı söyleyemiyorsundur banyoda, halbuki hep söylersin.
Sonrası standart: Kahvaltı, gazete, TV...
Ama hayır, bu sabahı farklı kılan bir şey vardır. İçte, derinde, nefes almanı engelleyen. Bekliyorsun.
Çığlık geldi işte. Sonunda güne adını, anlamını veren şey belirdi kapında. Kaçamazsın.
Tam yukarıda duruyor, senin kahrolası banyonun üstünde sen kahrolası kabuslarından yıkanmaya çabalarken, başkası o tetiği çekiveriyor işte. Hiçbir yere kaçamazsın.
Ardından teselliler, ağlamalar, yakarışlar... Kulaklarını tıkayamazsın.
Sen de bakıyorsun olay mahalline; merak mı, yardım mı, bacakların seni yukarı kata taşıyor, o notu okumadan yapamazsın.
Giriyorsun içeri, bir iz, bir kanıt, işte; mektubu görüyorsun, şarap şişesini, yarım, banyoya giremezsin.
"Tüfek" diyor polis, sen olsaydın nasıl yapardın, düşünmeden edemezsin.
Anneye sarılmak istiyorsun, "Anla" demek, "Kabul et" demek.. Kendi annene sarılmak istiyorsun aynı anda. "Ben değilim" demek... İnandıramazsın.
Hadi gir evine, yat uyu karanlık köşende. Bir daha uyan ve bu başka bir gün olsun.
Yapamazsın.
O akşam sen de açıyorsun bir şişe şarap. Konuşuyorsun onunla ilk ve son defa.
"Neden eve geldin? Ve biz niye daha önce hiç konuşmadık?.."

white wedding

Gelinlik çok önemli değil mi bazı kızlar için... Hayalleri var; bebeklerle oynarlar çocukken, onları giydirir giydirir soyarlar. (Anlaşılır gibi değil, bana sorarsanız, bana sormazsanız da psikologlar bambaşka şeyler söyleyecektir herhal..) Ben hiç bebeklerle oynamadım. İşim olmadı; barbie'lerle, zırlayan oyuncaklarla.
Ben evlendim, de konuya pek özen gösterdiğim söylenemez. Eşim de benim kafada bi şeydi, provaları filan astık, gelinlikçiyi maaile perişan ettik.
Sonuç fena olmadı canım. Düğün günü benim davetliler geldikten sonra eşofmanla girişimi saymazsak. Bol viski yuvarlayıp, "Ya bu nerden giyiliyordu" diye 'gelin odası'nda anneme çemkirmemi, merdivenlerden müstakbel eşimle yuvarlanarak inmemi saymazsak...
Güzeldi, her şey.. Hatta en sevgili Ermil Abi -ki o zaman gözlüklüydüm, hem de siyah- "Çok gelin gördüm, en güzeli sen" demişti. Mutluluk böyle bir şey.
Ermil Abi'nin eşi sonra bize içine düğün fotoğraflarımızı koyduğumuz ahşap bir kutu hediye etti. Kutu duruyor. Gelinliğimi oturduğumuz evin kapıcısının karısına verdim. Yeğeni evlenecekmiş. "Sağol Ayşe" dedi.

19 Ağustos 2012 Pazar

bayram yazısı

Benim bir dedem vardı. Hayati Dede. Dedem değildi aslında, en büyük dayımdı. Ama onun adı ailede öyleydi; Hayati Dede, hatta 'çocukça' Hayatdede...
Bana atları ilk gösteren (camdan), salonunun duvarına Türkiye haritası asıp benle beraber okul dönüşü öğretmenlik-müfettişlik oynayan, ilk sahura kaldıran, dolmalıkları hapur hupur beraber mideye indiren, Bafra sigara dolu kişisel dolabına ya da bana Beyoğlu'ndan aldığı çukulataları sakladığı çekmecelere beni yaklaştırmayan şahane bir dedem vardı. Hayati.
PTT müdürü emeklisi. 23 Nisan 1920 doğumlu. Babası İstiklal Savaşı madalyalı. Annesi zaten kendinden madalya zengini; dört çocuk, savaş, yokluk, sen hepsini okut, adam et... Tek başına.
Bayram demek, dedeme gitmekti eskiden. Şimdi kızı bana bildiriyor; "Ayşe, Yalova'dayım, eski odamdayım. Akasya ağaçları hala duruyor!"
Bahsettiği yer Yalova'daki PTT misafirhanesi. Yıllarca yaşadıkları yer. Yer yataklarını indirip sıra sıra yatışımız hala aklımda. Kikir kikir sabaha kadar...
Bayram böyle bir şeydi işte.

16 Ağustos 2012 Perşembe

yüz yüz

Yüzmek.. Nedir; spor mu? Yok canım.
Kilo mu verirsin yüzerek? Hayır. Not necessarily.
N'aparsın? Enteresan, hava alırsın.
Dalarsın bi yerden, çıkarsın, sonra başlarsın şapada şupada....
Dik gitmeye çalışırsın, en azından ben öyle yaparım, niyeyse, biri kontrol ediyor ya yukarıda....
Stil yaparsın bazen, bazen serin takılırsın, serbest..
Kafan karışıksa, karışık gidersin. Düz çizgiyi tutturamazsın bi türlü.
Kafan iyiyse, dalmayı yeğlersin.
Kafan bozuksa, o kulaçları öyle bir atarsın ki, suyu değil de kimi dövüyorsan artık.
Çoluk çocuk varsa, haşır neşir olursun, oynarsın. Yüzmeyi öğretmeye bile kalkarsın.
Sırtüstü yüzdüğünde aklına gelir mi herhangi bir şey? Gökyüzünden ve denizden başka?
Gelmesin.

manwife

Kadınlar mı erkekleşti? Erkekler mi kadın oldu?
(Aman, haşaa, şimdi üstlerine alınırlar, kadın olduğunuz filan yok, metafor yapıyoruz...)
Kıvılcım'a en son şöyle çemkirdim: "Ben bıktım ilişkide erkek olmaktan ya!"
O soracak, sen söyleyeceksin, o yalan söyleyecek, sen toparlayacaksın, o gezecek, sen koordine edeceksin; yerini, zamanını, insanını, vs. O bakacak, sen beğeneceksin, dahası alacaksın... Yok ya.
Ne lan bu? Çiçek vermeye, göndermeye n'oldu? Diz çökmekten bahsetmiyoruz hadi, sormaya ne oldu?
"Ben bilemiyorum. Seni üzebilirim," çok kırılganız... Öyle mi?
Hadi len. Gerçek adamlar istiyoruz biz.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

imbat

Kaldık mı ana kız.. Zuzu bana kötü bakıyor, evet, bir de kedi... Bir kedi. Bir anne. Bir.... ?
Deniz artık dalgalı. Hava rüzgarlı. Babam demişti; ağustosun yarısı yaz yarısı kıştır diye, şimdiden öttürmeye başladı. En güzel zaman.
İstanbul nasıldır şimdi? Nemlidir. Boğucudur. Trafiktir. Ama bazen geceleri serindir. Güzeldir, eser, sana kimbilir kimleri gönderir...
Marmaris'in öyle bir tavrı yok. Kimseyi getirmiyor. Sen kendin buluyorsun. İstersen.
Belki deniz, belki imbat, belki poyraz; ne hikmetse, marmarisliler kendiliğinden bir şey yapmıyor. Zorlaman lazım. Söylemen lazım.
Annem hala marmarisli olamadı mesela. O hala birilerinden bir şey bekliyor.
Ben olalı çok oldu.

10 Ağustos 2012 Cuma

http://www.youtube.com/watch?v=u9JELJRHJcI

İki miyiz biz?
Ben hep konuşuyorum. Biriyle. Benle. Farklı.
Şizofren miyiz biz?
Anlatıyorum, o yorum yapıyor, ben yapıyorum, vs...
Kedimle de konuşurum ben. Cevap verir.
Yazmak da öyle bir şey değil mi?
Bir arkadaşım en güzel yorumu yaptı blog için: Kısa film tadında.

9 Ağustos 2012 Perşembe

summer time

Ben bıraktım.
İşi, gücü, evimi, İstanbul'u... Geldim Marmaris'e. Baba evi. Hoş geldim.
İlk kış biraz zordu. Bol fırtına, elektrik kesilmeleri eşliğinde çatı patırtıları... Korku filmi gibi geceler... Bütün kent sanki yeniden yapılıyor, bir inşaat, bir gürültü; köstebek yuvası...
Ama ertesinde güneşli günler. Birden yağan ve birden dinen yağmurlar. Gökkuşakları.
Pek bitki meraklısı değilimdir ama insan burada öğreniyor; hangi çiçeğin ne zaman açacağını, hangi ağacın yeşilleneceğini...
Arkadaş kedilerim vardı aşağıda, ve yukarıda. Bi tanesi emanet, Karagöz, beslemek lazım, onu lodoslardan korumak lazım. Öteki standart, Zuzu, yamacımda.
En kadim arkadaşım vardı asıl, hep yanımda: "Ayşe, yemeğin var mı? Geleyim mi" şekli.
Kitaplar vardı, siz vardınız, vs...
Sonra yaz geldi.
Ben kışı mı özledim nedir?

7 Ağustos 2012 Salı

sen ağlama

Ruh hastası bir arkadaşım var. (Normali var mı sanki?) Dedik ona dedik, dedik. Tecrübeyle sabit.
Bulmuş bir zıpır elin Avrupası'ndan. Güzel Jeff Buckley'msi şarkılar söylüyor. E, tipi de fena diil. Sen çağır, onun da ailesi burada olsun, bi de zengin olsun. Şahane.
Lakin, işte biz uslanmıyoruz. Adam çıkmıycak bizden. Bizimki napıyor; önce adamı pis evine davet ediyor. Adam geliyor, genç çocuk zaten, müzik filan dinliyorlar, amaaan bunalımlarını anlatıyor, trip yapıp gidiyor.
Ondan sonra gelsin şarkı, gitsin votka, şarap... Sonra gelsin "hönküdü hönküdü" ağlamalar..
Yapmayın artık bunları usta. İkisini de yapmayın. Ne çağırın ne ağlayın.

blue

I have a face. Everyone has one. Sometimes I disgust it, other times me likee...
But whatever is the face, so is the person. Looks always give you away. Hate, love, resentment... All that.
I have a room. Everyone has one. Sometimes it overwhelms me. Other times it's fine. I even love it. There's a  Kurt Cobain poster often willing to drop, but yes, it's my room.
I happen to have nice legs. I don't look after them. They follow me around:)
I pet my elder cat's son. He's cool. He loves me. I know. Not because I saved him from a confined place, he does, love me. I just know.
Not the face, nor the legs, or the room... He just loves me.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

june july august

Yaşşassıın ağustos geldi. Sevimsiz temmuzdan çıkmış durumdayız.
Ağustosta neler mi olur; aşk olur, deniz olur, geç akşam yemekleri, dolunaylar, balıklar, kum fırtınaları (!), gece denize girmeler, pulp dinlemeler, cibinlikli yataklarda en güzel sevişmeler, deliksiz uyumalar...
Ağustos sihirlidir. Yıldızlı battaniyen olur.

(Didem Tekin'e selam)