8 Eylül 2017 Cuma

nedir seni üzen


Bu soruyu bana Mehmet Kenan sormuştu, daha tanışmadan, Akşam'ın saçma sigara içme 'balkonunda'...
Şimdi, uzaklardayım, bütün o harala güreleden, dünyanın en güzel yerlerinden birindeyim.
Karşımda deniz, kucağımda kedi, yanımda annem...
Nedir beni üzen?
Uyutmayan?
'You were beaming once before..'
Geceleri terasta dolunay seyretmek varken..
Saatlerce dizi seyrettiren?
Tuvalet kağıdı reklamında ağlatan?
'It's not like that anymore..'
Sabah öğlen akşam bağıran detone horozu kesmeye iten?
'What is this downside?'

İçelim o zaman.
Arkadaşlar, biraz da biz shameless olalım!

https://www.youtube.com/watch?v=b3KuMFXm2xk

https://www.youtube.com/watch?v=b3KuMFXm2xk&list=RDb3KuMFXm2xk&t=90




12 Ağustos 2017 Cumartesi

aklı selimiye

Biz Marmarislilerin de tatile ihtiyacı var di mi?
Annemle kalktık gittik Selimiye'ye.
Buradan belediyeye küfürlerimi borç bilirim. Sen otobüs kaldırıyorum de, tarife koy, sonra bildiğimiz dolmuşlara talim ettir..
Neyse taksiyle gittik ferah ferah; Narlı'ya ulaştık.
Ben çocukken bizim bi pansiyonumuz vardı. Bahçeli.
Aynı ona benziyor; nar var, portakal, zeytin, karabiber...
Karabiber ağacının da çiftleştiğini yeni öğrendim bu arada, dişisini bekliyormuş hayvan.
İskelede kediler..
Yemek desen şahane, pis İstanbullular Sardunya'ya gitmeyin, Giritimu'ya gidin.
Velhasıl bayram gelmeden, kalabalık olmadan Selimiye'nin tadını çıkardık.
İnşallah hep yolda keçiler olur, dallarda narlar büyür..


7 Temmuz 2017 Cuma

annem ve haberler

Çok saçma bir düşme sonucu -rakı üzeri bira artı tekila (yoksa votka mıydı?) sonrası Davy Jones'un pervazından- bu sıcakta günlerdir denize terastan bakarak klima altında kas gevşeticilerle yaşıyorum. (Çok şikayetçi değilim, bi çeşit kafa yapıyorlar..)
Annem tabii, tedavimi üstlenmiş vaziyette, tomografiler filan çekildi, yediğim önümde yemediğim arkamda, sıkıntı yok.
Sıkıntı evde.
Ben ne yapıyorum; film seyrediyorum. (Kitap okumayı denedim, plaj efekti yaptı ya da uyku getirdi, vazgeçtim.)
Ama annenin 'schedule'ı başka!..
Sabah kahvaltı, ara öğün kahve, öğlen yemeği, ara öğün meyve yoğurt, akşam yemeği, bitti mi, hayıııır, bir ara öğün daha patlatıyoruz artık allah ne verdiyse..
Ve bu aşamaların hepsinden geçmek zorundasınız yoksa arıza çıkarıyor.

Ancak asıl mevzu bu değil zira bu yeni değil.
Annem için yeni olan, hazır beni 24 saat evde kanepede mahsur bulmuşken, TV'de haberleri açıp bas bas bağırarak Binali'yle filan konuşması.
Sosyal paylaşım yapıyor kızıyla.
Gazete okusa da fark etmiyor; köşe yazılarına varıncaya kadar bana brief veriyor, fikir alışverişi, ben bazen olayın evveliyatını anlatıyorum, tepkisi artıyor, küfrettiğine bile şahit oldum yani..
Mesela şu aralar aklı Kılıçdaroğlu'nda. Kaçıncı kilometredeler, olay çıkmış mı, Tayyip'e bak yine ne demiş, adam dimdik yürüyor valla helal olsun vs.
Bir de hava durumunu çok seviyoruz. Saat başı, havanın durumunu bilsek de, Bünyamin'den havadis bekliyoruz.
En komiği, annemin kulakları az duyduğu ve işitme cihazını takmayı reddettiği için bizim fikir alışverişlerinin ya karşılıklı bağırıp çağırmaya ya da monologa dönüşmesi.
Misal, annem haberi alt yazıdan takip ederken birden 'Bak görüyor musun yine kesmişler ağaçları!' diye infial edebiliyor. Ben o esnada G-20 zirvesini dinlemeye çalışıyorum.
Ya da kırmızı et fiyatlarından AB politikamıza hızlı bir geçiş yapabiliyoruz. Eeee, bilinç akışı diye buna derler..
Velhasıl biz gayet mutluyuz. Komşuların durumundan emin değilim...


19 Mayıs 2017 Cuma

çok iyiyiz çok

Çok milliyetçiyiz di mi; Survıvor'da Yunan takımıyla 'oynarken' bile, kabarıyor o damarlar..
Çok halkçıyız di mi; 'bizden' olmayanı aşağılamayı iyi biliriz.
Çok laikiz zaten, ona ne şüphe..
Çok barışçıyız; yurtta cihanda, düşman olmadığımız devlet kalmadı.
Çok devletçiyiz; emniyete, adliyeye gitmeye hiç korkmuyoruz. E, götürülüyoruz zaten..
Çok özgürüz; cumhurbaşkanına laf edene 6 yıl hapis veriyoruz.
Çok devrimciyiz; yürüyüş yapan genci anında yaka paça gözaltına alıyoruz, meydanları da betonluyoruz.
Çok çevreciyiz; bütün derelerin, su kaynaklarının önüne baraj yapıyoruz ki hiçbir canlı yaşamasın.
Ve tabii çooook cumhuriyetçiyiz. Nasıl yıkarız, ona bakıyoruz.

Hadi iyi 19 Mayıs....

15 Nisan 2017 Cumartesi

Hayır

Herhangi bir gün.. Hiçbir şey değişmeyecek.. Nothing's any good...
Olsun, oy kullanmaya... Mutlaka. 
Neden?
Çünkü 'Tayyip C' olarak anılmak istemiyoruz.

Valkryie'yi seyredeniniz var mı?
1944'ün 15 Temmuz'unda (ne tesadüf) alman subayları SS'leri tutuklamak ve Hitler'i öldürmek üzere harekete geçiyorlar. Hatta bir tanesi, Albay Stauffenberg Hitler'i patlatıyor! Ve fakat...
Kurşuna dizilirken bile, 'Burası Hitler'in Almanya'sı değil! Yaşasın özgür Almanya' diye bağırıyor.
Hitler o gün kurtuldu. 6 ay sonra intihar etti.

Biz de bir diktatörün adıyla anılmayalım. 

29 Mart 2017 Çarşamba

..and the oscar didn't go to....

Zamansız soğuk algınlığından -ya da zamansız başını kıçını açmaktan mı diyelim- mütevellit günlerdir evde oturmuş Oscar alan, aday olan filmleri izliyorum.
Tamam, biraz geç kalmış olabilirim ama kendi Oscar'larımı dağıtabilirim yine de..
Yılın flaş filmi La La Land'le başlayalım.. (Yanlışlıkla 'en iyi film' seçildiler ya bi de, hepsi çıktı sahneye teşekkür faslı, pardon ya zarfı bunak Warren Beatty yanlış okumuş dendi, yazık...)
Açıkçası önyargılı davranmışım. Bu filmi seyretmeyi ne zamandır erteliyordum; zira ben müzikal sevmem. (Tabii Fred Astaire'li, Sinatra'lı eski müzikallerden bahsetmiyorum. Ama Nicole Kidman'lı Moulin Rouge'dan da, hastası olduğum Daniel Day Lewis'li Nine'dan da nefret etmiştim.)
Ve fakat bu filmi sevdim. Bir defa en iyi kadın'ı alan Emma Stone harbiden çok naif, çok gerçek, Ryan Gosling zaten shompi. Ne şarkılar, danslar filmin, hikayenin önüne geçiyor ne de gereksiz ve sıkıcı oluyor. Sonra hüzün, mutluluk dozunda, senaryo tıkır tıkır ilerliyor. Eh, bu da en iyi yönetmen ödülünü -neyse ki!- alan Damien Chazelle'in başarısı olsa gerek...
Bir başka sevdiğim film, maalesef ses kurgu hariç aday olmayan ve eli boş dönen -ama mesela Japon Akademi'den en iyi yabancı film ödülü alan- Eastwood'un Sully'siydi. Tom Hanks, Hudson Nehri'ni runway olarak kullanan pilot Sullenberger rolünde yine çok başarılı. Uçağın görüntülerinden tutun yolcuların hikayelerine Clint baba, araya pek sevdiği ve bildiği cazı da sıkıştırarak, filmi nakış gibi işlemiş. (Bu arada herhalde en kısa filmini çekmiş, 96 dakika..) Ama Akademi Mel Gibson'u da onu da 'artık yeter' şekli saydığından Sully hak ettiği itibara kavuşamadı..
Florence, Meryl Streep'e dile kolay 20. Oscar adaylığını getirdi. Valla bence adı Meryl Streep olmasa, hali hazırda 3 Oscar'ı da olmasa kesin yine hak ediyordu. Çıldırmış kendisi, böyle bir oyunculuk yok. Çok da tatlı ve komik bir film, Hugh Grant'i de özlemişiz. Pek sevdiğim yönetmen Stephen Frears gerçek bir hikayeyi -hakikaten bu şarkıyı kim söyleyip tarihe geçmiş olabilir sorusunu- gayet ince bir şekilde aydınlatıyor.
Arrival da bence hakkı yenmiş filmlerden. Ses kurgusu ödülüyle uğurlanan yapım, bence insanın içine dokunan, kafasını Interstellar gibi, karıştıran önemli bir filmdi.
Jackie'yi seyrettiğim gece uyuyamadım. Kennedy suikastı üzerine sayısız film, dökümanter vs gördüm ama Natalie Portman'ın kanlı duşu, pembe Dior döpiyesi gözümün önünden gitmedi, filmin depresif müziği beni bırakmadı. Portman'ın Oscar aldığı Black Swan'ı da yöneten Aronofsky'nin yapımcı olarak filme getirdiği 'karanlık' adeta Beyaz Saray'a sirayet etmiş. Frears'ın yönettiği Queen'de gördüğümüz 'bir royal cenaze nasıl düzenlenir' sorunsalının altından tek başına Lincoln'ünkinden kopya çekerek kalkan bir first lady imiş meğer Jackie..

Başka bir sürü film izledim; şahane Benedict Cumberbatch'li Dr. Strange, enteresan bir profile soyunan Brad Pitt'li Allied, tabii ki çook eğlenceli Zootropolis ve Jungle Book.. Amaaaaa...
Kişisel Oscar'larım, aday bile gösterilmeyenlere gitsin!
Yıllar sonra devam filmiyle beni yine kahkahaya boğan 'Bridget Jones's Baby'. Zellwegger 'Jump Jump' diye baştan sinyali veriyor zaten; çok keyifli, ilkini izleyenler için ayrıca değerli, bööyle bırak referandumu filan biz yaşayalım şekli, hele 40 plus hatunlar için ilaç niyetine bir film...
Veee Oscar Bob'a gidiyor. Sokak Kedisi Bob. Çok satan romandan uyarlanan gerçek hikaye filmi başarılı Roger Spottiswoode yönetmiş, bir yönetmiş; hani derler ya kitabı daima filminden iyidir.. Hayır abi, filmi kitabı geçmiş, size Londra sokaklarında junkie James Bowen'ın ve sırtında seyahat eden kedi Bob'un hikayesini alabildiğince gerçekliğiyle sunuyor. Bob kendini oynuyor zaten -zira sırta çıkan, otobüse binen, bisiklet sepetinde keyifle giden başka kedi bulamamışlardır- James rolündeki Luke Treadaway de kendi seslendirdiği şarkılarla filmi götürüyor. Gözyaşlarıyla seyrettim.

Velhasıl, en iyi film Moonlight'ı hala göremedim ama zaten o şaibeli ya...


10 Mart 2017 Cuma

Kanepem kırıldı

Hiç uykum gelmiyor. Ama garip rüyalara dalınca uyanasım da..
Hiçbir haber doğru gelmiyor. Ama seyredip kalıyorum.
Dışarıda fırtınalar kopuyor, Zuzu her daim yanımda teyakkuzda.
Odanın penceresi akıyor, altına havlular koyup sıkıyorum.
Bazen güneş açacak gibi oluyor, durmayan yağmur bitecek, içten içe istemiyorum.
Hiçbir kitap doyurmuyor. Hiçbir film -ki yüzlercesi - keyif vermiyor.
Dışarı çıkmak zor; ne güzel şimdi imkansız.
Kendimi koltuksuz Behzat Ç gibi hissediyorum.
Kalk bari yemek yap, dolapta ne var bak, olmazsa tost?
Müzik? Sıkılıyorum.
Hiçbir şey kanepenin yerini tutmuyor.

27 Şubat 2017 Pazartesi

duvar


Zaten körüz de etrafımızda olup bitene.. (Baksanıza en iyi film oscar'ı bile el altından..)
Neyse onlardan ırak, ben bir film seyrettim, ismi 'Blind Date'.
Ama gerçek blind date; birbirlerini hiç görmüyorlar. (Eh, Fransız filmi..)
İki komşu seslerini dinleyerek sadece birbirlerine aşık oluyorlar.
Aralarında duvar, en sevgili arkadaşlarını yemeğe çağırıyorlar, aynı yemekleri yapıp tanışıp eğleniyorlar.
Diyor ki esas kız 'Machine', ne var, diyor, 'ortalıkta kanapeye atılan çorap yok, yıkanmamış bulaşık yok, beraber uyuma endişesi yok; ama biz yine beraber uyuyoruz, aramızda sadece duvar var.'
Biz birbirimizi seviyoruz.
Aramızda sadece duvar var.


10 Şubat 2017 Cuma

üzüm

133 değil miydi la o 155'e bağladın?
-Sigarayı da ekledim abla..
Ha tamam.
Bu akşam mahallemizin köpeği Üzüm için içiyoruz.
O komacandır, sarkık kulaklıdır, üzüm gözlüdür..
Bütün turistleri korkutur sonra sevdirir.
Motorları kovalar bacağını ezdirir..
En sevdiğimiz biricik köpeğimizdir, beni eve bırakır bazen.

Şimdi o ateşlerde, kuyruk bile sallamıyor sevdiklerine.
İyileşsin müdür



9 Ocak 2017 Pazartesi

okunmaz ama şimdi bu da yaaa

Laaaaaaaan! diye bağırasınız var de mi?
Çünkü hiçbir şey 'kontrolünüzde' gitmiyor.
Bir fren koysak, her şey dursa, ha bir de geri geri gitsek...
İşte hayat böyle değil canım..
İpi neresinden tuttuysan oradan çekeceksin.

Geç kalmışım, yine, 'Mr. Nobody' diye bir film seyrettim. Sevgili Jared Letto oynuyor. Bizim festivalde filan da yankı yaratmış, kaçırmışım..
Bir çocuk, 9 yaşında, annesi babası ayrılıyor ve soruyorlar ona: Hangimizle gelmek istersin?
Film epey karışık bir kurgu - ama galiba da öyle olmalı - çocuğun kararına göre gelecekler şekilleniyor, daldan dala..
Bazen realitenin aslında ne olduğu sorgulanıyor bazen şu meşhur 'kelebek etkisi'nden dem vuruluyor.. (Hani Hindistan'da bir kelebek kanat çırpar ve Kanada'da kasırga olur şekli..)

Velhasıl aklınız epey karışıyor..
Devamını meraklı izleyenlerin keyfine bırakalım ama 'günün sonunda' kim hayatın nasıl ilerleyeceğine karar veriyor veya kim 'başarılı' oluyor, hangisi gerçek?
Film sizi böylesi sorularla bırakıyor.

Biz gençken Richard Bach vardı, meşhur Martı'nın yazarı, 'One' diye bir kitabı vardı, çok etkilenmiştim.
Aynı hikaye... Pilot uçakla çiziyordu sadece rotalarını, hangi yöne gidip hangi noktada düşeceğini...
Ve 'günün sonunda' hepsinin aynı yere ulaşacağını, zira 'bir' olduklarını anlıyordu.

Yine beceremeyeceğim yazıyı bağlamayı da, şunu da söyleyeyim bari: Halimiz hayırlısı....