18 Mart 2012 Pazar

Silent lucidity

There, I am crumpled in my chair again. Smoking and thinking and planning and bullshitting again. Playing the various tunes and rewinding the various scenes in my mind. Misery.
In my silent lucidity, I sit, on the verge of tears and insane ideas of suicidial tendencies, I think and get drowned in my own thoughts.
Responsibilities, so to speak my dear, fuckin life daily routines... Never cease. Never change. New ones entering and exaggerating the result. Outcome of an ordinary world-life: (I will learn to survive) nothing!
Çalışmak, konuşmak, okumak, yazmak, yapmak, etmek, olmak -yaşamak zorunda olmak... Yorucu. Hepsinden sıkılmış, bıkmış, kaçmak, uzaklaşmak (ama nereye?), yükümlülüklerin olmadığı yerleri aramak isteyen ben için daha zor.
Beni bağlayan şeylerin (bağlaması gerekenlerin mi diyelim), benden uzaklaştıklarını hissetmek daha acayip. Ağırlık, yorgunluk... Onları geçtik. Feraha çıktık mı?
In other words: are we there yet?

9 Mart 2012 Cuma

Post-travma II


Kadınlar Günü’nü idrak ettik. İlk defa tv’de yayınlanan o araştırma sonuçlarına dikkatle baktım. İşte; yüzde 1 polise gidiyormuş şiddet gördüğünde, üniversitelisi daha az dayak yiyormuş, çoğu kadın kimseye anlatmıyormuş vs. Kanal değiştirmeyi denedim de nedense her yerde karşıma çıktılar. “O kadınların” fotoğrafları.
En çok ne var o fotoğraflarda… Acı, şüphesiz; pişmanlık, nefret… Ama hiçbiri tam karşılamıyor değil mi? Hayal kırıklığı, umutsuzluk, şaşkınlık, bir boşluğa bakma hali…
Tecavüz gibi bir şey bu aslında. Çünkü yine aynı şey, iradeniz, elinizden alınıyor. Siz yoksunuz dayak yerken. Karşı koyamıyorsunuz. Zavallısınız. Yalnız.
Geceler boyu sanrılar görmeyi, yumruklarım sıkık uyanmayı hadi bırakayım; hala kapıların kilidini, çantamdakileri, ne bileyim, ocağı, defalarca kontrol ediyorum. Arkadaşlarımla çok sık görüşmüyorum artık. Arayanlara bazen kendimi yalan söylerken yakalıyorum: “Haa, iyiyim. Senden naber?”
En fenası terleme ve üşüme nöbetleriydi; onlar geçti. Korkudan sonra yerini nefret alıyor galiba. Bir süre sonra da “önemsizlik”. Kendini suçlamanın da getirdiği bir nevi kabul etme durumu.
Ama “güvensizlik” geçmedi. Ki ben, o yüzde 1’e de giriyorum, üniversiteli klasmanına da… Kime güvenirim ben bundan sonra?

Tek istediği kendinden akıllısını bulmak..


 
E yaptı da... Önce uçurdu bizi. Sonra daha yere inemeden Makina’yla tanıştırdı. Tanıştırmadı daha doğrusu da, yüzleşmemizi sağladı diyelim. Siz sanıyor muydunuz ki bütün o herkesin aşağıladığı, “sarışın aptal güzel model”lerle eğleniyordu o? Ya da sizin için ‘dalga geçiyordu’ onlarla? O sizinle dalga geçti hep. Yıllarca.
Yıllar sonra, eline kudret geçip istediğini yapma şansını da haiz olunca, bir muhabbet, bir medya, bir muhallebi, bir disco; onca kralı seriverdi karşınıza. Kimsenin day-time tv’de bile konuşmaya, lafı uzatmaya cesaret edemeyeceği, sürüsüyle akademisyen, entelektüel, ‘konsept’ soktu burnunuza. Al, “Bu gece yalnız değilsin. Ama bunu dinleyeceksin. Öğreneceksin. Ve inan, sıkılmayacaksın.”
Kimse sıkılmadı da, birileri “sıkıldı” galiba. Ne diyelim, go and ....
Okan Bey’e gelince, o hala sohbet edebileceği, akıllı insanlar arıyor.

6 Mart 2012 Salı

Maviş oğlumun ardından

Benim bir oğlum vardı, adı Maviş. Bir gözü sarı, diğeri maviydi. Bana ilk geldiğinde 7 aylıktı. Aynı evi paylaşmak zorunda kaldığı bir köpekle ve ‘sahip’ diye bellediği bir kadınla vedalaşmasını seyrederek tanıştım onunla. Köpeğe patiyi geçirdi, kadıncağızı önce öptü sonra ısırdı. Maviş’ti bu. Van kedisi.
Evde ona bir sepet hazırladık, beğenmedi, yanımızda yatmak istedi. Anneme bile (!) karşı gelmeyi başardı o bacak kadar boyuyla. Kapıları atlayıp açacak kadar büyümesi yetti ona. Beni her sabah okula yolcu etti, dönüşümü balkonda merdiveninde bekledi. Ders çalışırken sabahlara kadar eşlik etti. Annem yemek yaparken mutfak taburesinden inmedi, soğanlardan gözleri yana yana. Babam işten dönüp kanepede TV karşısında konuşlandığında en birinci kucakçıydı. Evleneceğim adam eve babamla tanışmaya geldiğinde gitti, onun da kucağına çıktı oturdu. Test etti. Abimle ne zaman kavga etsek araya girdi, bağırmaya başladı, barıştırdı bizi. Eve bir düzen getirdi. Kendi düzenini.
Ben nereye gittiysem oraya geldi Maviş. Evler değiştirdi, yazlıklar... Kediler için ev önemlidir evet, ama onun için huzur başka yerdeydi galiba. Evlendim, orayı kabullendi, boşandım, bana arkadaş oldu her zamanki gibi. Yeni evime yerleşmeden kolilerden hoşlanmaz diye anneme bıraktım birkaç gün, kızdı bana. Benim olduğum yer onundu. Onun olduğu yer de benim.
Bir yıl önce kanser teşhisi kondu Maviş’e. Babam gibi... Ameliyat etmesi için doktoru ben ikna ettim; “Ayşe Hanım, hayvan 18 yaşında, masada kalır” dedi bana. İyileşti. O Maviş’ti. Marmaris’e götürdüm, güneşlendi, forma girdi, kuşları seyretti eskisi gibi.
Bu yıl başında yine nüksetti hastalık, tümör. Patladı. Bir sabah uyanıp onu kanlar içinde gördüm, aklım gitti, o sakin sakin yalanıyordu. Hiç ‘çaktırmamaya’ çalıştı Maviş. Yemeğini hep yedi, hep beni kapıda karşıladı, son dakikaya kadar. Aylarca savaştı. Ben de öyle. Pansuman, iğneler, kediler için yeni keşfedildiğine inanamadığım ağrı kesiciler... Ve o dayanılmaz çürük kokusu... Bir gün geldi, artık kendini yalamayı bıraktı Maviş. Su kabının önüne çöktü en son. Doktora haber verdim. Ona hayranlık duyan asistanları hemen geldiler “N’oldu Maviş’e” diye, öyle görünce aynı kanıyı paylaştılar benimle: Maviş’e böyle yaşamak yakışmazdı.
Kliniğe götürdük beraber. Son yolculuğunu yaparken Maviş, asistanlardan biri "İnsanlar için de böyle bir hak olmalı" dedi. Ölme hakkı... Babam için de dilediğim bir haktı tam 6 yıl önce.
Ona iğneleri yaptılar. Son bir 'miyav' demeyi başardı bana. Gözlerimin içine bakabildi. Kafasını sevdirdi. Ben ağlayarak doktorun hareketlerini seyrederken, o hiç karşı koymadı bu kez. Teslim. Bir gazete kağıdı getirdiler, "N'apıyorsunuz!" dedim, "Bu olur mu Ayşe Hanım?" dediler, bir hasta bezi getirdiler, tam da babamda kullandıklarımızdan, ona sardılar Maviş'imi de.
Oturduğum evin hemen yanında bir okulun bahçesine gömdük Maviş’i. Onu sarıp saklamak istedim. İkide bir okula gidiyorum. Duvardan giriyorum geceleri, gündüzleri kapıdan , yalan söylemeye de gerek kalmadı, kapıdaki adamcağız beni gözyaşlarıyla görünce alıyor içeri... Boncuklu tasmasını üzerine koydum ya, yerini de biliyorum. Hemen yanı başımda. O neredeyse, ben de oradayım.
Artık Maviş’in, babamın son günlerinde ondan niye kaçtığını daha iyi anlıyorum. Ölüm; herkesi korkutuyor. İnsanları da kedileri de. Ama Maviş’in kendi ölümünden korktuğunu hiç sanmıyorum. Hep geride kalanlar korkuyor galiba. Şimdi yemek yaparken evde, hala arkama bakıyorum. Kapıyı açtığımda hala kontrol ediyorum. Hatta bazı kötü gecelerde, onun pati seslerini dinliyorum parkede, beni uyandırmak üzere gelir diye, uyuyamıyorum.

3 Mart 2012 Cumartesi

aaaaaaay luv this gaaayyyyyyyyy



Zaten yeterince gece kuşuydum, bir de bu herif çıktı. Artık iyice baykuş olduk. Pek keyifli. Eh, çok da seksi, ne yalan söyleyelim..
Ona sorulmamış o kadar soru vardı ki.. Daha doğrusu yapılmamış bir söyleşi vardı onunla. Kifayetsiz insanlar, ekranlardan onlara hergele bir centilmen gibi bakan zeki gözleri karşılarında büyürken görünce, herhalde "Nasıl olsa onu tuzağa düşüremem" anksiyetesine ya da "Vay be, aslında iyi çocukmuş" gereksiz hoşgörüsüne kapılıveriyor. Lardı. Ama onunla aynı kurallarla oynamak olası olmalıydı.
İşte her röportajını okuduğunda içten içe kendini kemiren, harekete geçiren şey bu 'eksiklik'ti. Kapatılmalıydı. Ama kim? Neden kendisi olmasındı? Mazeret bulmak sorun olmazdı. Kahretsin, oldu olası sevmişti de onu üstelik. Basbayağı bir beğeniydi ona karşı beslediği. Gecelerini uykusuz bırakmakla kalmamış, rüyalarına bile girmişti. Karşısında elinin kolunun titreyeceği, sigarasını yakamayacağı, gözlerine bakamayacağı aşikardı ama... Olsundu. Oyun...
Sahne? Jim Beam mi ısmarlasak? Ne giysek? Ne yapsak... Nerde? Bebek Kahve?
Neyse, bu ayrıksı adamı gözünde bu denli takdir edilesi kılan şey her neyse, gerçekten kayda değer bir şeydi; çünkü öyle herkesi -açık söylemek gerekirse- kimseyi yüceltmeye kalkışmazdı. Yani en azından günümüz TV yıldızları söz konusuysa. Kolaycı dalga geçme tavrı -onun da yaratıcısı bu, nevi şahsına münhasır- ya da sıradandan nefret etme alışkanlığı bakiydi. Fakat bu adam ortaya çıktığından beri ona karşı bir aptalca kampanya başlamıştı ki, neredeyse içinde yaşadığı kültürün görünümünü arzediyordu. İnsanlar ya onu "Bu herif kendini ne zannediyor" diye karalıyor ya da "Ayy ne tatlı ne sıradışı adam" diyorlardı.
Oysa bu herif lanet olası akıllıydı. O tepkileri verenlerden temel farkı da buydu. Tek ihtiyacı olan şey de; kendisi gibi akıllı biriyle konuşmaktı...