20 Şubat 2012 Pazartesi

Post-travma



Artık Moda’da oturmuyorum. En son portmantonun aynasının önünde yüzümdeki şişliklere bakarken başım dönüp yere kapaklandığımda vazgeçtim artık orada oturmaktan. O koridoru bir daha yürüyemeyeceğimi, nefes alamayacağımı, o yatakta uyuyamayacağımı fark ettim. Taşındım.
Dayak yiyen kadınlar, dayak yiyen kadınlardan destek görmüyormuş, bir de onu anladım. Ha, tamam, kimse Can’a eyvallah demedi, herkes “N’apıyosun kızım” uyarılarında bulundu ama, bu nedir yahu? En kadim arkadaşların, 20 yıllık, yiter gider mi Can uğruna? Ya da niye? Onlara hatırlattıkları yüzünden mi? Anlaşılır. İstikrar!
Ayşe bunu da geçer. Yalnız daha kolay geçer hatta. Bırakınız yalnız kalsın.

Kurşun yarası



O gecenin ertesi Can gitti, tabii ki. Gitmemek istedi. “Ayşe, ben seni bırakmam.” Yaralı olmayan eliyle bana müzik yapmaya bile kalktı. “Aynısı olmaz, Can” dedim, en basit, anlaşılır haliyle. “Olmaz” dedi, kani oldu. Ve n’aptı; telefonumu ortadan ikiye ayırdı. Etrafta zarar verecek başka şeyler ararken neyse ki durdu. Durduracak gücüm yoktu çünkü. Gitti.
Ben ne yaptım? Hiç. Bunu söylerken hala hiç utanmıyorum, bu da benim utancım. Sanırım her zamanki gibi, kendi kendimi cezalandırdım. “Al sana!”
Ha, onu aradım mı, evet. Aradı mı, evet. Sayısız kez özür diledi. Sarhoşluk vs. Yok, Ayşe bilir sarhoşluğu. Yemez.
Görüştük mü, hayır.
Kurşun yediği haberi geldi Sakarya’dan aylar sonra. Kaza kurşunu.

Adapazarı



“İstikrar var mı?” diye sormuştu yeğeni Can’a Sakarya’da, benimle tanıştırdığında. Hoppaa… Uçurum mu istiyorsun, al sana: Biz güzel fanteziler kuralım, hatta söz konusu yeğeni –o da hasta Fenerli diye- Kadıköy’e davet etmeyi planlayalım, herifçioğlunun yaptığına bak… İstikrar var mıymış… Ne tür bi istikrardan bahsediyoruz Can Bey? O müstehzi gülüş, cevabın emaresiydi de Ayşe kulun havalarda gezindiği için o zaman dank edemedi. İstikrar.
Can tanıdığımda garsondu. Sonra fabrika işçisi. Lise terk. Bir ailenin beş çocuğunun en küçüğü.
Çark Caddesi’nde yürürken “N’aber abi?” Sanki bütün cadde Can’ı tanıyor. “Arkadaşım Ayşe.” Eh, köfte yiyelim bari…
Sakarya’dan bahsetmek yasak. Geriliyor. Telefon geliyor, bilmemkim, bana ne. “Allah’a emanet… Bizim aramızda öyle şey olmaz.”
Sinemaya gidiyoruz, “Ayşe, bi dakka benim bi şey halletmem lazım, hemen dönücem.” Akşam eve dönüyoruz, “Biriyle buluşucam, beş dakka şurada bekle.” Noluyo lan?
Ama eve girince eski Can’la karşı karşıyayız. “Dimple?”

16 Şubat 2012 Perşembe

Kırmızı koridor



Eve geldim. Telefonum yok. Ha tabii, kendi telefonunu kıran Can, kendi kartını taktı telefonuma, o da onda anasını satayım. Arıyorum. Mecbur. “Ayşe, gelirim ama param yok.” Ne zaman oldu ki? Gel, yine gel…
Apartman kapısı yumruklanıyor biraz sonra. Açıyorum. Aşağı iniyorum, taksinin parasını veriyorum. Komşular yukarıdan “N’oluyor Ayşe Hanım” diyor, bizimki “Bir şey yok” deyip, en sevimli gülümsemesiyle içeri dalıyor…
Nasıl düştüğümü tam net hatırlamıyorum. Beni kovaladığında mı, üstüme abandığında mı… Ben pijamalarıyla telefonunu ve sevgilisini bekleyen bir kadındım. Birden kendimi yerde buldum. Sürünerek kaçmaya çalışırken. O upuzun koridorda. O evimin en sevdiğim yerinde; kırmızı tavanlı koridorumda. En uç odaya vardım, bu sefer daha beterdi, çünkü kaçacak yer yoktu.
“Ellerin ne kadar ufak senin” diyen, “Bir de bana direnmeye çalışıyor” diye dalga geçen, beni omzunda taşıyan adam, bana sille tokat girişti. Tek bileğimi tutup “Gel buraya” diyordu, sevişirken yaptığı gibi. Ama benim kafam duvara, yere, dolaba çarpıyordu bu kez.
Bir ara onu yatak odasına hapsetmeyi başardım. O odanın kapısı içeriden açılmıyordu çünkü. N’aptı, tabii, camı kırdı… Hızını alamadı, koridordaki bütün camları kırdı, yetmedi, salona geçti, sehpayı süpürdü, “Çağır bana birini, benim bu akşam kavga etmem lazım” diye bağırdı…
Ayşe çöktü. Can sızdı.


Anneler Günü


 
Can artık bana yerleşti. Arkadaşlarıyla telefonda öyle konuşuyor. “Bundan sonra bizi iki kişi düşüneceksiniz ha!” diyor. Tatlı mı? Eh, evet, ama tuhaf. O arkadaşlarla –kimse onlar- birlikte bişey düşünülebilir mi, henüz bilmiyor Ayşe. Ama nedense… Neyse.
O zaman Can’ı arkadaşlarımızla tanıştıralım. Soruyorum, “Yemek yiyeceğiz sadece, zaten çoğunu tanıyorsun, ötekileri de ismen, hadi gel..” Olur.
Sonra o saçma mabedimizde, ki o benim evim oluyor - hep içilen hiç dışarı çıkılmayan- her akşam bana aynı soruyu soruyor: “Ayşe gerçekten neden götürdün sen beni o yemeğe?”
Yatak odası artık tahtımız. Bütün planlar orada yapılıyor. Ve bütün ‘tarih’ yazılıyor. Mekan açacağız, kredi çekeceğiz, alıp başımızı Marmaris’e gideceğiz, herkese gününü göstereceğiz…
Bir gece annem arıyor, “Kim var evde?” Yalan söyleyemiyorum, “Can.” Annemde bir panik. “Hemen abin geliyor oraya, o adamı dışarı atıyorsun!!”
Dışarı? Biz günlerdir içerdeyiz. Ve halimizden pek hoşnutuz. Ne güzel değil mi öyle tekinsiz yaşamak. Aaah! Bir telefona bakar her şey. Yemek. Rakı. Müzik. Arkadaş.
Annemi frenliyorum. Can’la tam gaz devam.
Ertesi gün anneler günü. “Hadi” diyorum Can’a, “anneme bir sürpriz yapalım.” Ne yapalım? “Hediyeleri, çeçikleri alalım, gidelim.” Tamam da, hani zorlamasak…
Tamam. “O zaman sen git bavulunu topla kuzeninden, karşıdan, ben de anneme gideyim, her şeyi anlatayım, sonra buluşuruz.” Bu daha mantıklı. “Ama önce hediye almama yardım etmelisin, ben tuz-biber değirmeni düşündüm, çok mu fena?” Olur, bakarız.
Yola çıkıyoruz. Beyoğlu’na. İskeleden vapura binmeden önce standart İnegöl Köftecisi’nde mola. “Beğendin mi?” İşte, Adapazarı’ndan sonra anca bu kadar olur… İyi mi? Bilmiyoruz.
Vapurda akşam güneşi vuruyor yüzüme, ha, sidikliye mi oluyordu o, “Çok güzelsin. Fotoğrafını çekmek isterdim şu anın.” Aman aman, hanimiş…
En sevmediğim şeyi yapıyoruz; alışveriş. Dükkan, istiklal, cadde, demirören, dükkan vs. “Sen sıkılmadın mı” diyecek oluyorum, anneme Müzeyyen Senar albümleri alırken buluyorum kendisini.
Ve nihayet: haftalardır beni yeni açtığı barına çağıran arkadaşımı ziyarete hak kazanmış durumdayız. Arıyorum, Can’la telefonda konuşuyor, adres tamam, oradayız.
“Abi, Ayşe çok bahsetti senden bana, nasıl oluyor bu mekan işleri” derken, hoop, bir bakıyoruz içerdeyiz Dino bize barını, nasıl yaptığını anlatıyor. Çöküyoruz taburelere, sohbet muhabbet… Ama arada sigara içmek lazım. Keşke o akşam sigarayı külliyen yasaklayan bi yasa çıksaydı.
Ben dışarıda bir adamla sigara içiyorum. Sıra bende zira. Paltoları vs içeride barda bırakıp dönüşümlü olarak dışarı çıkıyoruz. Adam bir espri yapıyor, eh, ben de gülüyorum, hadi, Allah kahretsin beni, elimi omzuna da koyuyorum. Sonra içeri geçiyorum, nerede benim aşkım? Bıraktığım taburede bana o kadar acayip bakıyor ki. N’oldu Can? Tokat atıyor.
Çıkıyoruz. Ben eve, bulduğum ilk taksiyi çevirerek, o nereye, bilmem.