Eve geldim. Telefonum yok. Ha tabii, kendi telefonunu kıran Can, kendi kartını taktı telefonuma, o da onda anasını satayım. Arıyorum. Mecbur. “Ayşe, gelirim ama param yok.” Ne zaman oldu ki? Gel, yine gel…
Apartman kapısı yumruklanıyor biraz sonra. Açıyorum. Aşağı iniyorum, taksinin parasını veriyorum. Komşular yukarıdan “N’oluyor Ayşe Hanım” diyor, bizimki “Bir şey yok” deyip, en sevimli gülümsemesiyle içeri dalıyor…
Nasıl düştüğümü tam net hatırlamıyorum. Beni kovaladığında mı, üstüme abandığında mı… Ben pijamalarıyla telefonunu ve sevgilisini bekleyen bir kadındım. Birden kendimi yerde buldum. Sürünerek kaçmaya çalışırken. O upuzun koridorda. O evimin en sevdiğim yerinde; kırmızı tavanlı koridorumda. En uç odaya vardım, bu sefer daha beterdi, çünkü kaçacak yer yoktu.
“Ellerin ne kadar ufak senin” diyen, “Bir de bana direnmeye çalışıyor” diye dalga geçen, beni omzunda taşıyan adam, bana sille tokat girişti. Tek bileğimi tutup “Gel buraya” diyordu, sevişirken yaptığı gibi. Ama benim kafam duvara, yere, dolaba çarpıyordu bu kez.
Bir ara onu yatak odasına hapsetmeyi başardım. O odanın kapısı içeriden açılmıyordu çünkü. N’aptı, tabii, camı kırdı… Hızını alamadı, koridordaki bütün camları kırdı, yetmedi, salona geçti, sehpayı süpürdü, “Çağır bana birini, benim bu akşam kavga etmem lazım” diye bağırdı…
Ayşe çöktü. Can sızdı.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil