Telefon ditliyo, titriyor, sessizde, sabah sabah...
Klik, bak bakalım, bankadan mesaj..
Önündeki minik pencerelerden güneş doğsam mı doğmasam mı diye düşünüpduru..
Sen gecenin fırtınasını atlatamamışsın hala... Yorgan sıcak ve fakat.. Kedin gelir, selam verir, hadi, kalk bakalım...
Aşağı inmeden yukarıyı bi check etmek lazım; çatı aktı mı, teras ne alem, Zuzu'nun su çanağı dolu mu...
İndik, önce dolaptan mide ilacımızı kaptık, bunu 10 küsur yıldır yapıyorum.. Çayı koyduk, tv'yi açtık, hava durumuna baktık, annemden kalma alışkanlık, yine yağmur...
Tuvaletin yolunu tuttuk, arada tv'yi müzik kanalına getirdik, Zuzu'nun mama tabağını kontrol ettik..
Elimizi yüzümüzü yıkadık, yok bu sabah çok soğuk, duş almaya cesaretimiz yok. Salona geçtik klimayı yaktık, Zuzu yuvarlanmaya başladı kilimde, güneşin zerresi varsa da Meno'yu (bizim menekşe), camın önüne yerleştirdik.
Oh be!
Şimdi kahvaltıda ne yiycez; en büyük sorun...
Bazen böyle şölen kahvaltılar hazırlıyorum kendime: keçi peyniri, domatesi, tereyağı, köy yumurtası, zeytini ve saire... Bazen de "Amaaaan," diyorum, öğlen yerim ya da akşam, gece.. Kahvaltı hiçbir zaman "en önemli öğün" olmadı benim için, underrated..
Velhasıl kahvaltı faslı bitince bekliyorsunuz ki bir bisiklet turu, bir yat limanı koşusu, ve sair; en azından bir avm gezintisi...
Ama yok.
İflah olmaz bir istanbullu olarak terasta bir elimde sigara, bir elimde gazete, önümde yenmemiş simit, arka planda çalan Şebnem Ferah'la devam...
Eh, zaten Moda'da otururken de sahil boyu koşmuyorduk di mi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder