İlkokulda okurken ben dedemlerle yaşardım.
Edibe Yengem beni okuldan alırdı, eve getirir "ayşe" diye maydonozlarla süslediği patates püresi, köfte ve şehriye çorbası yedirirdi.
Yemekten sonra bahçedeki kedilerle köpeklerle -hatta atlarla!- oynardım.
Dedem benimle ders çalışır, "müfettişlik" oynar -malum, ben öğretmendim- bana evinin salonuna astığı Türkiye haritasının önünde kök söktürürdü.
Bafra sigarasını tüttürürdü balkonda, bana da çekmeceden beyoğlu çikolatası verirdi.
Velhasıl güzel zamanlardı...
Ama bir gün bir şey oldu.
Bir öğleden sonra eve geldik ve her daim paspasın üzerinde koyun koyuna yatan iki kardeş köpekten birini bulamadık. Beriki ağlıyordu.
Ben tırım tırım Edi'nin peşinden çıktım o merdivenleri ama hala hatırlıyorum nasıl tutunduğumu trabzanlara.
Dedem tabii, hiç hoş karşılamadı bu durumu. Köpekleri değil de, benim o suratımı, halimi...
Hiç konuşmadım o gün. Püremi de yemedim, köftemi de. Çorbamda yüzen ekmekleri sayan dedem en çok kızmıştı bu duruma, ama ona bile söyleyemedim, boğazımda bir yumru; biliyorum o köpek geri gelmeyecek, çocuğum ama biliyorum...
Herkesin bir çocukluğu vardır. Herkesin bir suçu, acısı..
Ama herhalde ömrünün baharında göstere göstere öldürülen bir çocuğun, özründen, suçundan çok hayatı vardır.
Sonra geri gelmeyen çok köpek, kedi, insan, dayı, dede, yenge,.... hepsini gördüm....
Hepsi her gece rüyamdalar.
Bana güzel geliyorlar, korkutanı görmedim.
Ama kabuslarından korkan herhalde bu memlekette çoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder