Benim bir oğlum vardı, adı Maviş. Bir gözü sarı, diğeri maviydi. Bana ilk geldiğinde 7 aylıktı. Aynı evi paylaşmak zorunda kaldığı bir köpekle ve ‘sahip’ diye bellediği bir kadınla vedalaşmasını seyrederek tanıştım onunla. Köpeğe patiyi geçirdi, kadıncağızı önce öptü sonra ısırdı. Maviş’ti bu. Van kedisi.
Evde ona bir sepet hazırladık, beğenmedi, yanımızda yatmak istedi. Anneme bile (!) karşı gelmeyi başardı o bacak kadar boyuyla. Kapıları atlayıp açacak kadar büyümesi yetti ona. Beni her sabah okula yolcu etti, dönüşümü balkonda merdiveninde bekledi. Ders çalışırken sabahlara kadar eşlik etti. Annem yemek yaparken mutfak taburesinden inmedi, soğanlardan gözleri yana yana. Babam işten dönüp kanepede TV karşısında konuşlandığında en birinci kucakçıydı. Evleneceğim adam eve babamla tanışmaya geldiğinde gitti, onun da kucağına çıktı oturdu. Test etti. Abimle ne zaman kavga etsek araya girdi, bağırmaya başladı, barıştırdı bizi. Eve bir düzen getirdi. Kendi düzenini.
Ben nereye gittiysem oraya geldi Maviş. Evler değiştirdi, yazlıklar... Kediler için ev önemlidir evet, ama onun için huzur başka yerdeydi galiba. Evlendim, orayı kabullendi, boşandım, bana arkadaş oldu her zamanki gibi. Yeni evime yerleşmeden kolilerden hoşlanmaz diye anneme bıraktım birkaç gün, kızdı bana. Benim olduğum yer onundu. Onun olduğu yer de benim.
Bir yıl önce kanser teşhisi kondu Maviş’e. Babam gibi... Ameliyat etmesi için doktoru ben ikna ettim; “Ayşe Hanım, hayvan 18 yaşında, masada kalır” dedi bana. İyileşti. O Maviş’ti. Marmaris’e götürdüm, güneşlendi, forma girdi, kuşları seyretti eskisi gibi.
Bu yıl başında yine nüksetti hastalık, tümör. Patladı. Bir sabah uyanıp onu kanlar içinde gördüm, aklım gitti, o sakin sakin yalanıyordu. Hiç ‘çaktırmamaya’ çalıştı Maviş. Yemeğini hep yedi, hep beni kapıda karşıladı, son dakikaya kadar. Aylarca savaştı. Ben de öyle. Pansuman, iğneler, kediler için yeni keşfedildiğine inanamadığım ağrı kesiciler... Ve o dayanılmaz çürük kokusu... Bir gün geldi, artık kendini yalamayı bıraktı Maviş. Su kabının önüne çöktü en son. Doktora haber verdim. Ona hayranlık duyan asistanları hemen geldiler “N’oldu Maviş’e” diye, öyle görünce aynı kanıyı paylaştılar benimle: Maviş’e böyle yaşamak yakışmazdı.
Kliniğe götürdük beraber. Son yolculuğunu yaparken Maviş, asistanlardan biri "İnsanlar için de böyle bir hak olmalı" dedi. Ölme hakkı... Babam için de dilediğim bir haktı tam 6 yıl önce.
Ona iğneleri yaptılar. Son bir 'miyav' demeyi başardı bana. Gözlerimin içine bakabildi. Kafasını sevdirdi. Ben ağlayarak doktorun hareketlerini seyrederken, o hiç karşı koymadı bu kez. Teslim. Bir gazete kağıdı getirdiler, "N'apıyorsunuz!" dedim, "Bu olur mu Ayşe Hanım?" dediler, bir hasta bezi getirdiler, tam da babamda kullandıklarımızdan, ona sardılar Maviş'imi de.
Oturduğum evin hemen yanında bir okulun bahçesine gömdük Maviş’i. Onu sarıp saklamak istedim. İkide bir okula gidiyorum. Duvardan giriyorum geceleri, gündüzleri kapıdan , yalan söylemeye de gerek kalmadı, kapıdaki adamcağız beni gözyaşlarıyla görünce alıyor içeri... Boncuklu tasmasını üzerine koydum ya, yerini de biliyorum. Hemen yanı başımda. O neredeyse, ben de oradayım.
Artık Maviş’in, babamın son günlerinde ondan niye kaçtığını daha iyi anlıyorum. Ölüm; herkesi korkutuyor. İnsanları da kedileri de. Ama Maviş’in kendi ölümünden korktuğunu hiç sanmıyorum. Hep geride kalanlar korkuyor galiba. Şimdi yemek yaparken evde, hala arkama bakıyorum. Kapıyı açtığımda hala kontrol ediyorum. Hatta bazı kötü gecelerde, onun pati seslerini dinliyorum parkede, beni uyandırmak üzere gelir diye, uyuyamıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder